4 Şubat 2015 Çarşamba

!f İstanbul Bağımsız Film Festivali Film Önerileri

!f İstanbul Bağımsız Film Festivali Film Önerileri

Merakla beklediğimiz,  14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum Armada ve İzmir’de ise Cinemaximum Konak Pier sinemalarında gerçekleşecek.
42 ülkeden 115 filmin gösterileceği festivalde,  kaç film olduğu değil, sizin kaç film izleyeceğiniz daha önemli herhalde. Tüm filmleri izlemek de mümkün olmadığına göre (mümkün mü yoksa ?) toplam sayının hiç bir manası kalmıyor. Bununla birlikte seçim yapmak ayrıca önem kazanıyor. Hele de bu kadar çok film varken.
Seçimlerinizi kolaylaştıracak bazı film önerilerini aşağıda bulabilirsiniz;

1.Birdman




Iñárritu filmlerinin ortak tek bir özelliği varsa, o da yoğunluk olmalı. Duygusal, entelektüel ya da hicivsel... Allahtan hepsi bir arada değil! Birdman’e gelince, oyunculuğuna mı, teatral tarzına mı, dokümanter kamerasına mı bakalım karar vermek zor. Batman’in Michael Keaton’ı, en çok Birdman rolüyle hatırlanan Riggman adlı bir oyuncuyu canlandırıyor. Yönettiği ve oynadığı kısa tiyatro oyununun maddi, manevi, kimliksel, mesleksel her derdine deva olabilmesini umut ediyor. Lakin süreç aklının sınırlarını zorlayan bir deneyime dönüşüyor. Kameranın sürekli takibi, Riggman’in her nefes alışını ya da alamayışını duymamıza neden oluyor. Sanki Michael Keaton’ın hayatından gerçek anlar çalar gibi... Öte yandan dışavurumlar fantastik olsa da fantezi bir noktadan sonra sadece metafor olmaktan çıkıyor. Sonuçta filmi duygusal olmaktan çok düşünsel yapan da bunlar. Iñárritu şöhret dünyasının derin ve yoğun bir hicvini yapmış ve bunu sahnelemiş. Sonra da üşenmemiş, bu oyun içindeki oyunu, kamerayı gözümüze sokarak filme almış. Nasıl mı yapmış? Adı Iñárritu olan bir icatla.

2.Big Eyes




Margaret Keane, koca gözlü sahipsiz yüzlerin ressamı. 60’larda bir dönem sansasyon yaratan ve Andy Warhol’a ilham verdiği iddia edilen resimlerin... Resimlerin sanatsal değeri ve Pop Art üzerindeki etkisi tartışmalı, ancak sanatın kopyalanıp kitlelere ucuza satılmasının önünü açtığı kesin. Bu pazarlama yöntemi, karısının resimlerini satabilmek için elinden geleni ardına koymayan, hatta onları kendisi resmetmiş gibi bile yapan kocasının icadı. Geçtiğimiz yüzyılın muhtemelen en büyük sahtekarlıklarından birinin hikayesi. Ama ondan daha ciddi başka bir mesele çanak tutmasa, göze alınamayacak türden bir sahtekarlık bu: Kadının sömürüsü. Amy Adams sanatçı ruhlu fakat mütevazi ve naif, bağımsız ruhlu fakat çağının edilgenliğini aşamamış bu karakteri nefis canlandırmış. Yönetmen Tim Burton da çok sevdiği sanatçıya hürmetini sunmuş. Tıpkı Ed Wood’da yaptığı gibi. Ve yine tıpkı Ed Wood’u sanki onun kamerasından çekmesi gibi, bu filmi de tatlı ve gerçekçi bir mütevaziliğin içine hapsolmuş, yardım bekleyen iri gözlerle çekmiş.

3. Ma'a Al-Fidda / Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi




Mülteci yönetmen Ossama Mohammed ile Kürt aktivist Wiam Simav Bedirxan’ın işbirliği,Suriye’deki iç savaşa dair en kalp kıran filmi ortaya çıkarmış. Film projesi, Mohammed’in uzaktaki ülkesinden YouTube’a yüklenen şiddet görüntülerini toplamasıyla başlamış. Evinden uzakta, acıyla anlamlandırmaya çalıştığı bu görüntülerin üzerine, Simav’ın Humus’tan gönderdiği görüntüler eklemlenmiş. İlk gün, “Humus’tayım, kameram var, sen olsan ne çekerdin?” diye soran Simav, aslında ne çekeceğini bilen, cesaretle ve hayata dair şiirle dolu bir kadın. Kuşatma altındaki kentinde dolaşırken, bir yandan da hayata, acıya ve direnişe dair bilgece sorularıyla ilham veriyor. Bu yıl izleyeceğiniz en zor film olacak bu, ama savaşınantitezine dair bir o kadar güçlü ipuçları bulacaksınız: dehşete dair olduğu kadar, aşka, çocuklara, şiire, yaratıcılığa ve olan biten her şeye rağmen büyümeye devam edebilen çiçeklere dair bir belgesel bu.

4. Life Itself / Hayatın Kendisi




Altmışlarda ve yetmişlerde, yani pek çok kişi için sinemanın altın çağında, Roger Ebert sinema aşkını ve yazma tutkusunu birleştiren ilk sinema yazarlarından oldu. Tam 46 yıl tahtını korudu. Stüdyoların önce destek olduğu, sonra nefret ettiği ve nihayetinde alenen korktuğu bütün mesleki aşamalardan geçti. Bir dönem yorumlarının etkisi öyle arttı ki, en büyük rakibi ve arkadaşı Gene Siskel ile birlikte yaptığı ateşli televizyon programı nerdeyse filmlerin başarısını belirler oldu. Mesela bilir miydiniz Martin Scorsese’nin ilk Ebert tarafından keşfedildiğini? Ya da Werner Herzog’un kariyerinde sadece tek filmi birisine, “sinemanın askeri” Ebert’e adadığını? Ebert popülistti, anaakımı bağrına bastı, Chicago Sun Times’ın emektarı olmaktan gurur duydu, sinemanın nasıl olması gerektiğiyle ilgili ideolojik tartışmalara hiç takılmadı. Sinemayı ve filmler üzerine konuşmayı çok sevdi. Sesini kansere yitirdiğinde, blogu sayesinde hiç konuşmadığı kadar konuştu. Yazamayıncaya kadar yazdı.

5.Narın Rengi Sayat Nova, Nran Guyne




Sembolik bir şiir tiyatroda sahnelenseydi, nasıl bir şey çıkardı ortaya? Böyle bir şey olurdu herhalde. Kafkas dağlarında yaşamış en büyük ozan olarak kabul edilen Ermeni Artin Sayadyan’ın, nam-ı diğer Sayat Nova’nın (Şarkıların Efendisi) şiirlerinden esinlenen Narın Rengi, ozanın hayatındaki kırılma noktalarını son derece imgesel bir dille perdeye aktararak sinemayla ilgili alışkanlıklarımızı tokatlıyor. Restore edilmiş versiyonuyla izleyicilerle buluşan bu kült film, çekildiği zaman ve coğrafya için konu itibariyle oldukça cesur. Yönetmeninin tutuklanmasında ve hapis yatmasında da epey bir rol oynamış. 1968’de çekilen, son derece deneysel ve gerçeküstücü olan bu eser, şairin iç dünyasının yönetmenin hayal gücüyle harmanlanarak üç boyutlu minyatüre dönüşmüş hâli adeta. Peş peşe sıraladığı dinî ve kültürel sembollerle dolu zengin görsel tablolarıyla aşkı, acıyı, hayal kırıklığını ve hüznü anlatan film gizemli, bazen ürkütücü, fakat tam anlamıyla düşsel bir ziyafet.

6. 1001 Grams/ 1001 Gram 




Bilim kadını olan Marie (Ane Dahl Torp) her şeyin fiziksel olarak ölçülebilir olmasına takıktır ve hem özel hem de iş hayatını aynı mesafeli tavırla idare etmektedir. Kendisi gibi bu konuda fanatik olan babası Ernst’le birlikte Norveç’in ağırlık ve ölçekler enstitüsünde çalışır. Ernst kalp krizi geçirince, Paris’te gerçekleşecek olan uluslararası kalibrasyon konferansına katılmak Marie’ye düşer. Yolculuk Marie için bir dönüm noktası, içsel değişiminin başlangıcı olacaktır. Orada tanıştığı Pi’nin farklı düşünceleri ve sıcaklığı Marie’ye kendi mutluluğunu ne kadar önemsediğini düşündürür. Sıra dışı komedinin ve absürt filmlerin ustası Bent Hamer bu kez bilim ile insan duyguları arasındaki gri alanda gezinirken, yine hafifliği elden bırakmayarak, birbirimize duyduğumuz ihtiyacı, insan olmanın tuhaflıklarını irdeliyor.

7. Plemya / Kabile 




Konuşma yok. Anlatıcı yok. Altyazı yok. Müzik yok. Tamamı işitme engelli insanlardan oluşan bir oyuncu kadrosu... Sağır ve dilsiz öğrencilere eğitim veren bir yatılı okula yeni bir çocuk gelir. Etüt dersleri yerine hırsızlık, gasp ve fuhuşun hüküm sürdüğü hiyerarşik bir düzenin içinde kendine yer edinmeye çabalarken, pazarladığı kızlardan birine gönlünü kaptırmasıyla beraber kuralları çiğneyerek düzeni altüst eder. Filmin ilk birkaç dakikasından sonra konuşma ve altyazının eksikliğini unutup ergenliğin sınırları zorlayan fevriliğine ve acımasızlığına teslim olacaksınız. Duyabiliyor olmanızın önem kazandığı tek sahnede ise sağır olmayı yeğleyeceksiniz. Kelimelerin yokluğunda bir yandan da beden performansına şapka çıkaran bu film, sizi bir Rammstein konserinden çıkmışçasına hırpalayacak. İddia ediyoruz, sessizlik hiç bu kadar hunhar ve merhametsiz olmamıştı.

8. 52 Tuesdays / 52 Salı




16 yaşındaki Billie’ye annesi Jane trans bir erkek olduğunu ve bundan böyle James olarak hayatını sürmek istediğini söyler. James hayatını değiştirecek olan bu geçiş döneminde biraz zamana ihtiyaç duyduğundan Billie bir yıl babasıyla yaşayacaktır. Birbirlerine yakın olduklarından, haftada bir her salı buluşup zaman geçireceklerinde anlaşırlar. Billie de bir geçiş dönemindedir ve arkadaşlarıyla videoya kaydettikleri bir cinsel araştırma süreci başlar. Bu süreçte kendi arzu ve bağımsızlığının sınırlarını yoklar. 52 Salı’nın çekimleri bir sene boyunca, kronolojik olarak her Salı yapılmış. Karakterler bu sayede zaman içinde derinleşip değişirken, hikaye de cilalı olmaktan çok uzak bir derinlik kazanıyor. Birçok festivalden ödülle dönen film kimlik, kabullenme ve sevginin karmaşık ve kafa karıştırıcı alanında beklenmedik bir yolculuğa çıkarıyor.

9. Eden / Cennet




Cennet, “Fransız dokunuşu” denilen Daft Punk ve Cassius gibi efsanelerin doğuşuna tanıklık etmiş elektronik müzik akımının kurucularından Fransız DJ Paul'un 18 yıllık yükseliş ve düşüş hikayesini ekrana getiriyor. Mia Hansen-Løve'ın (aynı zamanda senaryoya da katkıda bulunan) kendi kardeşinin gerçek hikayesinden yola çıkan film, müzikal bir yolculuğa kişisel bir boyut katarken, Fransız elektronik müziğinin bol danslı ve partili arkaplanını da sergilemeyi ihmal etmiyor. !f seyircisinin Elveda İlk Aşk'tan hatırladığı Hansen-Løve, önceki filmlerinde olduğu gibi sanatsal yaratım, zamanın geçişi, ünlü olmanın güzelliklerini ve düş kırıklıklarını kendine has yaklaşımıyla, nostaljinin bilindik tuzaklarına düşmeden yakalıyor. Greta Gerwig, Paul Etienne ve Brady Corbet'in de performanslarıyla dikkat çeken Cennet, hata yapmanın ve düşerken başkalarında yakalanabilen umudun parıltılarıyla dolu.

10. 99 Homes / 99 Ev 




Amerika’nın emlak krizinin tam ortasında, krizin yüzbinlerce kurbanından bir ailenin hikayesine tanığız. İpotekli evlerinin ödemelerinde geciken Dennis ve ailesi günün birinde emlakçı Rick Carver tarafından, polis eşliğinde kapıya koyulmuş bulurlar kendilerini. Rick Carver buz gibi, güce ve paraya duyduğu arzuyla şeytanı anımsatan biri. 99 Ev’in ev tahliye sahneleri Rahmani’nin en kalp kıran sahnelerine taş çıkaracak güçte: kâr amacındaki Amerika’nın istatistiklerinin ardındaki insanların can çekişmelerine bakakalıyoruz. Dennis önce ailesine küçük bir motelde başlarını sokacak bir yer buluyor, sonra evini geri alma umuduyla Rick Carver’ın iş teklifini kabul ediyor. Bahrani bir kez daha kendi hayatlarından mahrum bırakılan insanların yanı başında yürümeye amansız bir davet çıkarıyor. Bir adamın çaresizliği, ailesine sevgisi ve çok yanlış kararları üzerinden, yaşadığımız yerin cehennemle ortak noktalarına işaret ediyor. Böyle bir dünyada nasıl oluyor da hâlâ ruhlarımıza tutunabiliyoruz?




Kaynak: İf İstanbul