24 Ağustos 2015 Pazartesi

İran’lı büyük Sanatçı Mohsen Namjoo İstanbul’da

Bir kesim İran’ın Bob Dylan’ı, bir kesim ise kürtlerin John Lennon’u der ona. İsminin okunuşu bile bir türlü tam olarak kestirilemeyen Mohsen Namjoo, müziğiyle derin bir sessizliğin çığlığı olur.


İranlı Müzisyen Mohsen Namjoo 1976 yılında İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Torbat-e Jam isimli küçük bir kasabada doğdu. 12 yaşındayken babasını kaybeden Mohsen Namjoo’nun ailesinin ekonomik durumunun iyi olmaması nedeniyle ailesi onu müzik eğitimi veren yatılı bir okula göndermek zorunda kaldı. Burada büyük üstad Nasrullah Nasihpur tarafından keşfedildi ve geleneksel İran müziği ve İslam edebiyatı ile ilgili eğitimler aldı. Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra yüksek lisans eğitimi için müzik bölümünde devam etti. Klasik iran müziğini modern enstrümanlarla birleştiren deneysel çalışmaları ilk burada yaptı. Yaptığı çalışmaları muhafazakar Üniversite yönetimi tarafından hoş karşılanmadı. Onlarca kez uzaklaştırılma cezası verildi. Defalarca gözaltına alındı. İran müziğini alışılmamış bir şekilde uygulaması ve şarkılarının değişik tarzı nedeni ile henüz üçüncü yılında üniversiteden atıldı.

mohsen-namjoo-3.jpg (500×690)ü

Kendi sitesinde “klasik Fars şiirinin rock, blues ve caz gibi Batı müziği formları ile bir birleşimi” olarak tanımlanan müziğine Tahran Üniversitesi’nde yer bulamayan Namjoo, 2003 yılında yaptığı amatör kayıtlar ve Tahran’da verdiği konserlerle bir yandan geniş bir dinleyici topluluğuna ulaşırken, bir yandan da geleneksel şiire ve müziğe müdahaleleri nedeniyle olumsuz tepkilerle karşılaştı. 2006 yılında Uluslararası Rotterdam Film Festivali'nde yaptığı konser, bunu izleyen radyo söyleşisi ve İran’ın alternatif müzik dünyasını konu edinen Sound of Silence (Sessizliğin Sesi) belgeselinde yer almasıyla birlikte uluslararası alanda da dikkatleri üzerine çeken Namjoo, 2007 yılında ilk profesyonel albümü Toranj’ı İran’da yayınladı. 

Hala İran’da şarkılarının dinlenmesi, albümlerinin satılması resmi olarak yasaktır. Konserlerinden yapılan kötü kayıtları el altından dağıtılmaktadır. 2009 yılında kuran’a hakaret ettiği gerekçesiyle 5 yıl hapis cezası verildi. Bu sebepten dolayı İran’a dönmeyip, Amerika’da yaşamaktadır.
Hem geleneksel hem modern müziği iç içe geçiren ve bunu harika sesiyle harmanlayan Mohsen Namjoo 4 oktavlık sesiyle dünyanın en iyi erkek seslerinden biridir.
Bu muazzam sanatçı 19 Aralık’ta VW Arena’da sahne alacak. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Derlediğim birkaç şarkısını aşağıda bulabilirsiniz. Sıralama yapmam gerektiği için yaptığımı, her şarkısının benim için ayrı olduğunu belirtmemde fayda var.















ALBÜMLERİ
Trust the Tangerine Peel (2014)
13/8 (2012) (Konser kaydı)
Alaki (2011) (Konser kaydı)
Useless Kisses (2011)
OY (2010)
Geographical Determination (2008)
Toranj (2007)



Kaynak: Bianet








27 Nisan 2015 Pazartesi

Yara’dan Bıçağa; Ömer Faruk





Kocam eline hangi kitabı alsa ona meylederim. Ona olan hayranlığımdan mı, onun kitaplarını okursam ona daha çok yakınlaşacağımı sanmam mı, bilmem. O ne okursa gözüm ona kayar. Bazen vapurda yanında oturanın gazetesini okur gibi, bazen de yanımda yokken gizli gizli kitabı karıştırır gibi bazense kitapta altını çizdiği satırları okurken yaklaşırım ona.

Ömer Faruk’un son kitabında, ne kapak tasarımı  ve Şükrü Argın’ın çarpıcı önsözü ne de deneme türüne getirdiği yeni soluktu beni çarpan. O kitabı kocamın alması ve okumak için sıraya koymasıydı beni cezbeden. Dolayısıyla hiçbir önyargı olmadan okuduğum kitap bende inanılmaz derin izler bıraktı.
Öncelikle açıklamakta fayda var, Ömer Faruk’un Yara Bıçak; “Banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları”’nda, ne banka soymuş bir devrimci var ne de samimi itiraf. Devrimcimiz banka soymaya yelteniyor fakat gerçekleştiremiyor, ve kitapta ben herhangi bir itirafa rastlamadım. Yara bıçak, insanoğlunun binlerce yıl önce başlamış olan yerleşikliğe geçme tarihini “göçebe düşünce” üzerinden tartışmayı deniyor. Metnin içinden felsefe de geçiyor, şiir de, şarkı da, sinema da.. 

Kendi samimi itirafım ise; hiçbir deneme bana bu kadar yakın gelmedi.

Ömer Faruk, Yarabıçak’ta Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşüncesi” üzerinden aynılaşmayı, düzene bağlılığı, düzenin varlığını ve hayatımızdaki “kodları” sorguluyor. Kodlanmış kişinin, bulanık, kaygılı düşüncelerini ve suçluluk, kin, intikam duygularıyla kuşatılmış yapay yaşantısındaki kontrolsüzlüğünü tartışıyor. Ve bunu şu çarpıcı hikayeyle taçlandırıyor. “Newyork’ta prime time programramlarında hep aynı dakikalarda reklama giriliyormuş. Reklam başlar başlamaz herkes tuvalete koştuğu için kanalizasyon boruları patlamaya başlamış. Televizyonlara müdahale edip reklam kuşaklarını kaydırmışlar. Tuvalet saatlerimiz bile kontrol altında! Kim benim bedenim diyorsa boş konuşuyor, bedeninin doğal güdülerinin bile kontrol altına alındığının farkında değil demektir.”

Mister Fa, askeri darbenin ardından Ankara’dan İstanbul’a kaçmış, daha çok saklanmaya çalışan devrimci bir gençtir. Polisten kaçarak yaşayan Mister Fa, okuduğu polisiye romanların etkisiyle, saklanmak için en güvenilir yerin Boğaz’ın kıyıları olduğuna karar verir ve bir akşam Boğaz’da Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışır. Bir gece kim olduğunu bilmediği, hırsız bir çingene kadına rastlar. Banka soyguncusu devrimci , hırsız Çingeneye aşık olur ve o geceden sonra hayatı değişir.

Metinde bir taraftan olaylar ve siyasi gündem anlatılırken bir taraftan da “Derkenar “ ve “Fısıltı” yan başlıklarıyla çeşitli yazar, şair, sinemacı ve felsefecinin ( Marx, Adorno, Deleuze, Guattari, Ulus Baker, Cemil Meriç, Tanpınar, Kim Ki Duk gibi) eserlerinden alıntılar yer alıyor.

Yazarın metinde vurguladığı ve benim en çarpıcı bulduğum diğer mesele Çingeneler. Resmi dinleri, ulusları, ülke sınırları, orduları, milli marşları olmayan bir topluluk. Kimseyle bunlar adına büyük savaşlara girmemişler. Belli bir yere ve nesnelere bağlı değiller; dünü ve geleceği düşünmeden, anı yaşıyorlar. Eğlenceyi, müziği, dans etmeyi, içkiyi, gülmeyi seviyorlar, bedenleri ve zihinleri özgür. Yazara göre Çingeneler, kod’un dışına çıkmayı başarmış, yüzyıllardır iktidara karşı direnişini sürdüreb ender halklardan.

Kısaca kitap, bir yerde sonlanmıyor, Ömer Faruk’un son derece cüretkar metni cevapları değil, yeni soruları doğuruyor.


Yarabıçak- Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları, Ömer Faruk, 248 Sayfa İthaki Yayınları 2014




4 Mart 2015 Çarşamba

Canınız Burger Çekerse

Çocuklar gibi hamburger sevdiğinizi itiraf edin hadi! O kaloriler, kilo korkusu vız geliyor canımız hamburger çektiğinde di mi? Biz de öyle. Bu yüzden sizler için şehrin en iyi hamburgercilerini araştırdım. Buyrun detaylar aşağıda;

Biber Burger / Beşiktaş
Beşikteşta bulunan Biber Burger son zamanların en iyi hamburgerini yeme fırsatı sunuyor sizlere. İşini severek yapmak her yerde olduğu gibi burda da başarıyı getiriyor.
Address: Çırağan Cad. No:11, Gayrettepe/İstanbul - Avrupa






Mano Burger
Bir diğer şahane ev yapımı hamburger deneyimini ise Mano burger da yaşayabilirsiniz. Mano burger’in 3 şubesi bulunyor.

Baltazar Burger Steakhouse / Karaköy
Beyoğlu’nun yükselen yeni değeri Karaköy’de Baltazar!a uğramadan hamburger yedim demeyin.  Asma yapraklarının altında yediğiniz hamburger sizi mest edecek.  Paris Combo burger’a burdan selamımızı iletiyoruz.

 

Carl’s Jr

Bir fastfood zincirinin bu listede iş ne diyebilirsiniz. Ama önce bir yiyin diyoruz. Alışılmış fastfood hamburgerlerinden çok ayrı bir yerde bulunan Carl’s ı ‘da  Chili Cheese Burger!ı da  seviyoruz.

 

 

 

 

Egg & Burger /Teşvikiye

Egg & Burger’ın 36 farklı hamburger seçeneği sizleri yorsa da biz sizin yerinize seçelim. Regular Dana Bacon Burger.

Adres: Muradiye Mh. Ahmet Fetgari Sk. 38/A Teşvikiye / İstanbul

 






4 Şubat 2015 Çarşamba

!f İstanbul Bağımsız Film Festivali Film Önerileri

!f İstanbul Bağımsız Film Festivali Film Önerileri

Merakla beklediğimiz,  14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum Armada ve İzmir’de ise Cinemaximum Konak Pier sinemalarında gerçekleşecek.
42 ülkeden 115 filmin gösterileceği festivalde,  kaç film olduğu değil, sizin kaç film izleyeceğiniz daha önemli herhalde. Tüm filmleri izlemek de mümkün olmadığına göre (mümkün mü yoksa ?) toplam sayının hiç bir manası kalmıyor. Bununla birlikte seçim yapmak ayrıca önem kazanıyor. Hele de bu kadar çok film varken.
Seçimlerinizi kolaylaştıracak bazı film önerilerini aşağıda bulabilirsiniz;

1.Birdman




Iñárritu filmlerinin ortak tek bir özelliği varsa, o da yoğunluk olmalı. Duygusal, entelektüel ya da hicivsel... Allahtan hepsi bir arada değil! Birdman’e gelince, oyunculuğuna mı, teatral tarzına mı, dokümanter kamerasına mı bakalım karar vermek zor. Batman’in Michael Keaton’ı, en çok Birdman rolüyle hatırlanan Riggman adlı bir oyuncuyu canlandırıyor. Yönettiği ve oynadığı kısa tiyatro oyununun maddi, manevi, kimliksel, mesleksel her derdine deva olabilmesini umut ediyor. Lakin süreç aklının sınırlarını zorlayan bir deneyime dönüşüyor. Kameranın sürekli takibi, Riggman’in her nefes alışını ya da alamayışını duymamıza neden oluyor. Sanki Michael Keaton’ın hayatından gerçek anlar çalar gibi... Öte yandan dışavurumlar fantastik olsa da fantezi bir noktadan sonra sadece metafor olmaktan çıkıyor. Sonuçta filmi duygusal olmaktan çok düşünsel yapan da bunlar. Iñárritu şöhret dünyasının derin ve yoğun bir hicvini yapmış ve bunu sahnelemiş. Sonra da üşenmemiş, bu oyun içindeki oyunu, kamerayı gözümüze sokarak filme almış. Nasıl mı yapmış? Adı Iñárritu olan bir icatla.

2.Big Eyes




Margaret Keane, koca gözlü sahipsiz yüzlerin ressamı. 60’larda bir dönem sansasyon yaratan ve Andy Warhol’a ilham verdiği iddia edilen resimlerin... Resimlerin sanatsal değeri ve Pop Art üzerindeki etkisi tartışmalı, ancak sanatın kopyalanıp kitlelere ucuza satılmasının önünü açtığı kesin. Bu pazarlama yöntemi, karısının resimlerini satabilmek için elinden geleni ardına koymayan, hatta onları kendisi resmetmiş gibi bile yapan kocasının icadı. Geçtiğimiz yüzyılın muhtemelen en büyük sahtekarlıklarından birinin hikayesi. Ama ondan daha ciddi başka bir mesele çanak tutmasa, göze alınamayacak türden bir sahtekarlık bu: Kadının sömürüsü. Amy Adams sanatçı ruhlu fakat mütevazi ve naif, bağımsız ruhlu fakat çağının edilgenliğini aşamamış bu karakteri nefis canlandırmış. Yönetmen Tim Burton da çok sevdiği sanatçıya hürmetini sunmuş. Tıpkı Ed Wood’da yaptığı gibi. Ve yine tıpkı Ed Wood’u sanki onun kamerasından çekmesi gibi, bu filmi de tatlı ve gerçekçi bir mütevaziliğin içine hapsolmuş, yardım bekleyen iri gözlerle çekmiş.

3. Ma'a Al-Fidda / Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi




Mülteci yönetmen Ossama Mohammed ile Kürt aktivist Wiam Simav Bedirxan’ın işbirliği,Suriye’deki iç savaşa dair en kalp kıran filmi ortaya çıkarmış. Film projesi, Mohammed’in uzaktaki ülkesinden YouTube’a yüklenen şiddet görüntülerini toplamasıyla başlamış. Evinden uzakta, acıyla anlamlandırmaya çalıştığı bu görüntülerin üzerine, Simav’ın Humus’tan gönderdiği görüntüler eklemlenmiş. İlk gün, “Humus’tayım, kameram var, sen olsan ne çekerdin?” diye soran Simav, aslında ne çekeceğini bilen, cesaretle ve hayata dair şiirle dolu bir kadın. Kuşatma altındaki kentinde dolaşırken, bir yandan da hayata, acıya ve direnişe dair bilgece sorularıyla ilham veriyor. Bu yıl izleyeceğiniz en zor film olacak bu, ama savaşınantitezine dair bir o kadar güçlü ipuçları bulacaksınız: dehşete dair olduğu kadar, aşka, çocuklara, şiire, yaratıcılığa ve olan biten her şeye rağmen büyümeye devam edebilen çiçeklere dair bir belgesel bu.

4. Life Itself / Hayatın Kendisi




Altmışlarda ve yetmişlerde, yani pek çok kişi için sinemanın altın çağında, Roger Ebert sinema aşkını ve yazma tutkusunu birleştiren ilk sinema yazarlarından oldu. Tam 46 yıl tahtını korudu. Stüdyoların önce destek olduğu, sonra nefret ettiği ve nihayetinde alenen korktuğu bütün mesleki aşamalardan geçti. Bir dönem yorumlarının etkisi öyle arttı ki, en büyük rakibi ve arkadaşı Gene Siskel ile birlikte yaptığı ateşli televizyon programı nerdeyse filmlerin başarısını belirler oldu. Mesela bilir miydiniz Martin Scorsese’nin ilk Ebert tarafından keşfedildiğini? Ya da Werner Herzog’un kariyerinde sadece tek filmi birisine, “sinemanın askeri” Ebert’e adadığını? Ebert popülistti, anaakımı bağrına bastı, Chicago Sun Times’ın emektarı olmaktan gurur duydu, sinemanın nasıl olması gerektiğiyle ilgili ideolojik tartışmalara hiç takılmadı. Sinemayı ve filmler üzerine konuşmayı çok sevdi. Sesini kansere yitirdiğinde, blogu sayesinde hiç konuşmadığı kadar konuştu. Yazamayıncaya kadar yazdı.

5.Narın Rengi Sayat Nova, Nran Guyne




Sembolik bir şiir tiyatroda sahnelenseydi, nasıl bir şey çıkardı ortaya? Böyle bir şey olurdu herhalde. Kafkas dağlarında yaşamış en büyük ozan olarak kabul edilen Ermeni Artin Sayadyan’ın, nam-ı diğer Sayat Nova’nın (Şarkıların Efendisi) şiirlerinden esinlenen Narın Rengi, ozanın hayatındaki kırılma noktalarını son derece imgesel bir dille perdeye aktararak sinemayla ilgili alışkanlıklarımızı tokatlıyor. Restore edilmiş versiyonuyla izleyicilerle buluşan bu kült film, çekildiği zaman ve coğrafya için konu itibariyle oldukça cesur. Yönetmeninin tutuklanmasında ve hapis yatmasında da epey bir rol oynamış. 1968’de çekilen, son derece deneysel ve gerçeküstücü olan bu eser, şairin iç dünyasının yönetmenin hayal gücüyle harmanlanarak üç boyutlu minyatüre dönüşmüş hâli adeta. Peş peşe sıraladığı dinî ve kültürel sembollerle dolu zengin görsel tablolarıyla aşkı, acıyı, hayal kırıklığını ve hüznü anlatan film gizemli, bazen ürkütücü, fakat tam anlamıyla düşsel bir ziyafet.

6. 1001 Grams/ 1001 Gram 




Bilim kadını olan Marie (Ane Dahl Torp) her şeyin fiziksel olarak ölçülebilir olmasına takıktır ve hem özel hem de iş hayatını aynı mesafeli tavırla idare etmektedir. Kendisi gibi bu konuda fanatik olan babası Ernst’le birlikte Norveç’in ağırlık ve ölçekler enstitüsünde çalışır. Ernst kalp krizi geçirince, Paris’te gerçekleşecek olan uluslararası kalibrasyon konferansına katılmak Marie’ye düşer. Yolculuk Marie için bir dönüm noktası, içsel değişiminin başlangıcı olacaktır. Orada tanıştığı Pi’nin farklı düşünceleri ve sıcaklığı Marie’ye kendi mutluluğunu ne kadar önemsediğini düşündürür. Sıra dışı komedinin ve absürt filmlerin ustası Bent Hamer bu kez bilim ile insan duyguları arasındaki gri alanda gezinirken, yine hafifliği elden bırakmayarak, birbirimize duyduğumuz ihtiyacı, insan olmanın tuhaflıklarını irdeliyor.

7. Plemya / Kabile 




Konuşma yok. Anlatıcı yok. Altyazı yok. Müzik yok. Tamamı işitme engelli insanlardan oluşan bir oyuncu kadrosu... Sağır ve dilsiz öğrencilere eğitim veren bir yatılı okula yeni bir çocuk gelir. Etüt dersleri yerine hırsızlık, gasp ve fuhuşun hüküm sürdüğü hiyerarşik bir düzenin içinde kendine yer edinmeye çabalarken, pazarladığı kızlardan birine gönlünü kaptırmasıyla beraber kuralları çiğneyerek düzeni altüst eder. Filmin ilk birkaç dakikasından sonra konuşma ve altyazının eksikliğini unutup ergenliğin sınırları zorlayan fevriliğine ve acımasızlığına teslim olacaksınız. Duyabiliyor olmanızın önem kazandığı tek sahnede ise sağır olmayı yeğleyeceksiniz. Kelimelerin yokluğunda bir yandan da beden performansına şapka çıkaran bu film, sizi bir Rammstein konserinden çıkmışçasına hırpalayacak. İddia ediyoruz, sessizlik hiç bu kadar hunhar ve merhametsiz olmamıştı.

8. 52 Tuesdays / 52 Salı




16 yaşındaki Billie’ye annesi Jane trans bir erkek olduğunu ve bundan böyle James olarak hayatını sürmek istediğini söyler. James hayatını değiştirecek olan bu geçiş döneminde biraz zamana ihtiyaç duyduğundan Billie bir yıl babasıyla yaşayacaktır. Birbirlerine yakın olduklarından, haftada bir her salı buluşup zaman geçireceklerinde anlaşırlar. Billie de bir geçiş dönemindedir ve arkadaşlarıyla videoya kaydettikleri bir cinsel araştırma süreci başlar. Bu süreçte kendi arzu ve bağımsızlığının sınırlarını yoklar. 52 Salı’nın çekimleri bir sene boyunca, kronolojik olarak her Salı yapılmış. Karakterler bu sayede zaman içinde derinleşip değişirken, hikaye de cilalı olmaktan çok uzak bir derinlik kazanıyor. Birçok festivalden ödülle dönen film kimlik, kabullenme ve sevginin karmaşık ve kafa karıştırıcı alanında beklenmedik bir yolculuğa çıkarıyor.

9. Eden / Cennet




Cennet, “Fransız dokunuşu” denilen Daft Punk ve Cassius gibi efsanelerin doğuşuna tanıklık etmiş elektronik müzik akımının kurucularından Fransız DJ Paul'un 18 yıllık yükseliş ve düşüş hikayesini ekrana getiriyor. Mia Hansen-Løve'ın (aynı zamanda senaryoya da katkıda bulunan) kendi kardeşinin gerçek hikayesinden yola çıkan film, müzikal bir yolculuğa kişisel bir boyut katarken, Fransız elektronik müziğinin bol danslı ve partili arkaplanını da sergilemeyi ihmal etmiyor. !f seyircisinin Elveda İlk Aşk'tan hatırladığı Hansen-Løve, önceki filmlerinde olduğu gibi sanatsal yaratım, zamanın geçişi, ünlü olmanın güzelliklerini ve düş kırıklıklarını kendine has yaklaşımıyla, nostaljinin bilindik tuzaklarına düşmeden yakalıyor. Greta Gerwig, Paul Etienne ve Brady Corbet'in de performanslarıyla dikkat çeken Cennet, hata yapmanın ve düşerken başkalarında yakalanabilen umudun parıltılarıyla dolu.

10. 99 Homes / 99 Ev 




Amerika’nın emlak krizinin tam ortasında, krizin yüzbinlerce kurbanından bir ailenin hikayesine tanığız. İpotekli evlerinin ödemelerinde geciken Dennis ve ailesi günün birinde emlakçı Rick Carver tarafından, polis eşliğinde kapıya koyulmuş bulurlar kendilerini. Rick Carver buz gibi, güce ve paraya duyduğu arzuyla şeytanı anımsatan biri. 99 Ev’in ev tahliye sahneleri Rahmani’nin en kalp kıran sahnelerine taş çıkaracak güçte: kâr amacındaki Amerika’nın istatistiklerinin ardındaki insanların can çekişmelerine bakakalıyoruz. Dennis önce ailesine küçük bir motelde başlarını sokacak bir yer buluyor, sonra evini geri alma umuduyla Rick Carver’ın iş teklifini kabul ediyor. Bahrani bir kez daha kendi hayatlarından mahrum bırakılan insanların yanı başında yürümeye amansız bir davet çıkarıyor. Bir adamın çaresizliği, ailesine sevgisi ve çok yanlış kararları üzerinden, yaşadığımız yerin cehennemle ortak noktalarına işaret ediyor. Böyle bir dünyada nasıl oluyor da hâlâ ruhlarımıza tutunabiliyoruz?




Kaynak: İf İstanbul 


9 Ocak 2015 Cuma


Kısa Film İstilasına Hazır mıyız?

Bu yıl beşinci kez düzenlenen ve dünyanın en büyük kamusal sanat etkinliklerinden biri olan ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali, 15 Ocak-15 Şubat arasında şehrin her yerinde!

Türkiye’nin de aralarında olduğu 20 ülke,  15 Ocak – 15 Şubat 2015 tarihleri arasında  ilginç bir kısa film festivaline ev sahipliği yapacak. 
Aynı anda 200 şehirde gerçekleşecek olan  ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali, 1 ay boyunca 30 saniyelik ultra kısa filmleri binlerce ekranda izleyicilerle buluşturacak. Bu uluslararası festivalin en can alıcı noktası filmlerin film salonları yerine şehrin dört bir yanına yayılan dijital ekranlarda gösterilecek olması.

Türkiye ile birlikte aynı anda İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Danimarka, Almanya, Avustralya, Brezilya, Kanada,Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Japonya, Endonezya, Belçika, Hindistan, Litvanya, Malezya, Portekiz, Kongo Cumhuriyeti, Romanya,  İsviçre’de toplam 200 şehirde gösterilecek olan ART BY CHANCE,  kısa film yaratıcılarına  dünyanın dört bir yanında kalabalık bir izleyici ile buluşma şansı verirken, metropol insanın günlük koşuşturmasına da sanat katacak.

Sinemalar, üniversite kampüsleri, billboardlar, alışveriş merkezleri ve meydanlarda karşınıza bir film çıkabilir ve siz, hiç tanımadığınız bir sanat eserine, usulca yaklaşıp, “merhaba” diyebilirsiniz ve bu, gününüzü değiştirebilir.

Art By Chance hakkında ayrıntılı bilgi ve gösterim noktaları için. Tıklayınız.


Bu yazıda beyazperde.com ve zero dergisindeki yazılardan alıntı yapılmıştır.

No Land

Dün akşam Bronx Pi Sahnede gerçekleşen No Land konserindeydik. Soğuk havaya rağmen katılım oldukça iyiydi. No Land’i ilk defa Sofar sayesinde dinleme fırsatı buldum. No Land, Türk, Kürt, İranlı ve Azeri müzisyenlerin birlikte oluşturdukları bir müzik grubu. Grup üyeleri müzik dışında da bir arada vakit geçiren sıkı dostlardan oluşuyor.

Grubun ismi No Land ise grup üyelerinin çoğu gurbette olduğu için bize her yer gurbet gibi bir anlam taşıması için koyulmuş bir isim. Grupta vokal ve kemanda Kamil Hajiyev var. Ve o güzel şarkıların sözleri ise senarist Vugar Hasani’nin kaleminden çıkıyor. Grup ile ilgili yaptığım kısa araştırma sonrası Vugar ile karısının tanışma hikayesi oldukça ilgimi çekti.

Okuduğum yazıyı komple buraya alıyorum;

Vugar ve eşi Afak’ın aşkı birbirlerinin yazılarını tanımalarıyla başlıyor. Sosyal medyadan uzaklaşıp mektuplaşmaya başlıyorlar. “Sevgili Vugar...”“Sevgili Afak...”la başlayan eski usul mektuplaşmaların ardından tanışma kararı alıyorlar.
İki genç, yüz yüze görüşmeden, okuduğu satırların sahibinin kim olduğunu bile bilmeden mektuplaşmaya başlamışlar. Otuz üç mektup sonra buluşma kararı alınmış. Buluşma mekanı olarak bir metro istasyonunu seçilmiş. İstasyonda metroyu beklerken yapılacak beş dakikalık sohbetin ardından ayrı vagonlara binmeyi ve eğer bir sonraki istasyonda inen olmazsa birbirlerini kırmadan bu ilişkiyi nihayetlendirmeyi kararlaştırmışlar. İkisi de bir sonraki istasyonda inmiş ve bundan sonra bindikleri her  metroda hep aynı vagonlarda seyahat etmişler. 
Böylece Bakü’de bir metro istasyonu, çağın getirdiği temponun içinde koşturan insanlar arasında Vugar ve Afak’ın aşkının zarafetine tanıklık etmiş.

No Land dinlerken , kendinizi sorular sorarken buluyorsunuz.  “ yahu kimsiniz siz? Nasıl tanıştınız? Bu uyum, bu tınılar, bu sözler nerden? Kim yazdı ? O nefeslilerin tellilerle uyumu nedir? gibi…

Daha çok tanınsınlar, daha çok dinlensinler…

Müziğin etnik kimliği yoktur, alın bu da örneğidir.


Grubun sosyal medya hesapları için;