28 Ağustos 2014 Perşembe

İstanbul Modern - Çok Sesli

İstanbul Modern, 10. Yılı kapsamında hazırlanan Çok Sesli Sergisi ile görsel ve işitsel sanatlar arasında etkileşimlere dikkat çekiyor ve bu alandaki üretimlerden bir seçki sunuyor.
Müzikle görsel sanatlar nasıl iç içe girer? Aslında sanat bütün dallarında , ifade etmek istediğimiz şey neyse onu anlatacak dili arama çabasından ibaret.  Hatta şuan okumakta olduğum kitapta şöyle der: Hiç karşılaşmadıkları insanların duygularını ortaya koyan kişilerin sanatçı olarak sınıflandırılmasını sağlayan süreç, insanlık kültürünün  hatırı sayılır bir bölümünü oluşturur. (Theodore Zeldin –İnsanlığın Mahrem Tarihi) Duygu aktarımı olan sanat, dolayısıyla sanatın tüm dallarında bir ortak paydada buluşuyor.

“Çok sesli”  geçmişten günümüze, görsel sanatların ses ve müzik ile kurduğu bağı araştırıyor. Sergideki resim, heykel, video ve yerleştirmeler görsel ve işitsel olanı bir arada düşünen sanatçıların son dönem işlerini sunuyor. 

27 Kasıma kadar sürecek olan sergide 17 sanatçının işlerine yer verilmiş. Her sergi gibi, sonrasında derin düşünme, tartışma ve araştırmaya sürüklüyor bizleri. Kısaca vakit ayırın ve sergiyi görün.

  (Sanatçılar:  Nevin Aladağ, Fikret Atay, Semiha Berksoy, Hüseyin Çağlayan, Ergin Çavuşoğlu, Burhan Doğançay, Cevdet Erek, Borga Kantürk, Servet Koçyiğit, Füsun Onur, Ferhat Özgür, Sarkis, Erinç Seymen, Merve Şendil, Hale Tenger, Vahit Tuna ve :mentalKLINIK )














ps. fotoların bazıları google görsellerden alınmıştır.

22 Ağustos 2014 Cuma

Lucy - Luc Besson





Son yıllarda kariyerinde düşüşe geçen ünlü yönetmen Luc Besson’un son filmi Lucy etkileyici fragmanıyla hepimizi heyecanlandırdı. Bilim kurgu evrenine tekrar giriş yapan yönetmen, teorisinin dahi akla uygun olma ihtimali söz konusu olamayacak bir konuyu deşiyor.

 “Normal insanlar  beyinlerinin %10 unu kullanırken, bu oran %100 olsaydı ne olurdu? “ 

Kısa süredir beraber olduğu erkek arkadaşı tarafından, bir uyuşturucu mafyasının eline düşen Lucy, taşıdığı yeni tür bir uyuşturucunun (“ya ameliyatlı yerime gelseydi” tadında ) yanlışlıkla, yüksek dozajlarda kanına karışması sonucu beyninin %10 undan fazlasını kullanmaya başlamasıyla olaylar gelişir.

Paralel olarak bir yandan da Morgan Freeman’ı beyin çalışmaları yapan bir profesör olarak bir konferansta Lucy ‘nın güçlerinin seyirciye açıklanması görevini üstlenirken izliyoruz. ( Öncelikle belirtmeliyim ki bilge adam tiplemelerinin vazgeçilmezi, Morgan Freeman’n artık bu rolleri geri çevirmesinin vakti geldi.) 

Aksiyon sahnelerinde abartılı bulduğum bir çok sahne,Lucy nın güçlerini kullanıp olağanüstü şeyler yaptığı sahneler, garip bir şekilde aynı zamanda açık ara filmin en tepe noktaları. Ama bir yandan Scarlett Johansson'un uçup kaçtığı, Fransız sokaklarının yerle bir olduğu, temponun tavan yaptığı seyir zevki yüksek sahnelere mi odaklanalım  yoksa evrenin bize verildikten sonra onu nasıl kullandığımız konusundaki eleştirilere mi odaklanalım, karar veremiyorsunuz. Hatta öyle ki, ikincisini seçip filmin varoluşsal ve evrimsel konuları  nasıl bir anda harcadığını düşünürseniz, filmden nefret bile etmeniz olası. Ben ilkini seçiyorum ve filmi tek kullanımlık bir hap gibi yutuyorum. 

Daha önce bir benzerini seyrettiğim, 2011 yapımı Neil Burger’in yönetmenliğini üstlendiği Limitless filminden daha çok zevk aldığım Lucy’ı, aksiyon filmi olarak gayet zevk alarak izlemeniz mümkün. Scarlett Johansson' un güzelliği ve doyuruculuğuda görmeye değer doğrusu. 

Kısaca  beyninin %10 unu kullanan bir yönetmen için beyninin %10 undan daha fazlasını kullanabilen bir karakter yaratmaya çalışması pek başarılı olamamış malesef. 






18 Ağustos 2014 Pazartesi

Burgazada Progresif Müzik Festivali




Bu yıl ikincisi düzenlenen Burgazada Progresif Müzik festivali Buragazada’nın en güzel yerlerinden biri Cennet Bahçesinde gerçekleşecekti. (!)  16-17 Ağustos tarihlerinde 2 gün olarak gerçekleşmesi planlanan festivalin 2. Günü İstanbul Valiliği tarafından güvenlik nedeniyle iptal edildi.  

Pazar günü başka bir planımızın olması sebebiyle sadece 1. Gününe katılabileceğimiz festivalin 2. Günü iptal edileceğini bilmiyoruk elbette. Bizlerde diğer katılımcılar gibi şoke olduk. Önce ilk gün neler yaşadığımızdan bahsedeyim. 2.günün iptal nedenini sonra detaylı anlatacağım.

Öncelikle cumartesi günü Kadıköy adalar iskelesinden 16:10 vapuruna bindik. Vapur her zamanki gibi tıklım tıklımdı. Kınalı adasında inenlerle birlikte popomuzu koyacak bir yer bulmanın sevincini yaşayamadan Burgazadaya gelmiştik bile. Sıcaktan bayılmak üzereyken bir dondurmacı bulup dondurmalarımızı yalamaya başladık hem de fuhşiyatı normal gösterir şekilde (!) ( fuhşiyat ne demekse… ) bizimle birlikte vapurdan inen sırtlarında çadır, minder falan bulunan gençlerle festival alanına yürümeye başladık. Cennet bahçesine vardığımızda program başlamıştı. Pandomim gösterisi  vardı. Program akışını ( katılabildiklerimizin fotolarını aşağıda bulabilirsiniz. Fotoğrafları  tost makinasıyla çekmişim gibi göründüğünün farkındayım =) , ancak o kalabalıkla popomuzu koyacak bir yer bulduğumuz için, bulunduğumuz yeri asla terketmeme kararı almıştık, bu sebeple anca bu kadar çekebildim.


Festival programı şu şekilde: 


16 ağutos cumartesi
17:00 - 18:00 Batman, Robin & Kemal ( Ulvi arı - pandomim )
18:00 - 19:00 Avam
19:00 - 20:00 Klan
20:00 - 21:00 Siya siyabend
21:00 - 22:00 Moğollar
22:00 - 23:00 Kırıka
23:00 - 24:00 Gevende
17 ağustos pazar
17:00 - 18:00 Zoomk - ru - tu
18:00 - 19:00 Boy's from 123
19:00 - 20:00 Altın Madalyon
20:00 - 21:00 Teneke trampet
21:00 - 22:00 Black Turtles
22:00 - 23:00 Cenk Taner


Batman, Robin & Kemal ( Ulvi arı - pandomim )


Batman, Robin & Kemal ( Ulvi arı - pandomim )

Avam

Klan


Moğollar

Moğollar


Siya Siyabend

Arşivciler için de büyük fırsattı festival, takas pazarında eski plaklar, kasetler, fanzinler, dergiler ne ararsanız vardı, ve yelpaze epey genişti.








Gelelim, festivalin 2. Gününün neden iptal edildiğine. Öncelikle belirtmek isterim ki hiçbir yasağın tafaftarı olmamışımdır, olmayacağım da.


Bu festival bilinen ticari festivallerden biri değil. Yani organizasyon şirketi ve müşteri ilişkileri yok. Müzisyenler kendi aralarında organize olup bir etkinlik yapıyorlar. (Böyle bir organizasyonun parasız da yapılabileceğini göstermek istiyorlar ve gösteriyorlar da. Katılımının 1000 civari hatta daha fazla olduğu düşünülürse başarıyorlar da…)Katılımcılara hiçbir şey taahhüt edilmiyor, Konaklama servisi yok. Ama festival duyurusunda bu konularda tecrübeli olduğunu düşündüğümüz isimler  sorun yaşanacağını bile bile madam martha koyunda çadır veya uyku tulumuyla kamp yapılabileceğinin ve sorumluluğunun yapana ait olduğunun duyurusunu yapıyorlar. Ada vapurlarının saat konusunda sıkıntılı olduğu düşünülürse ( Kadıköy’e son vapur 23,10 ‘da idi.) Bir çok katılımcının tercihinin kamp kurmak olması kaçınılmaz. Ayrıca bu heyecanlı gençler gece ateş yakmaya ve gece sokaklarda naralar atmaya başlayınca ada sakinleri ( Burgazada, Büyükada vs gibi diğer adalar gibi değil, bu adada yaşan kişiler gerçekten sakin! ) emniyete şikayette bulunuyorlar. Çünkü bu ada defalarca yakılan küçük ateşlerle ormanlık alanlarını kaybetmiş bir ada. Ada halkı bu konuda bu kadar hassasken defalarca uyarı yapılmışken, böyle şeylerin yaşanması ne kadar doğru? 

Festivalde aslında böyle şeylerin yaşanmasında doğrudan etkisi bulunan adalar vapur saatleriyle ve diğer Ada sorunlarıyla ilgili imza kampanyası da mevcuttu. 



Velhasıl, yine de çok güzeldi, seneye 3. Sünün gerçekleşmesini diliyoruz.  

15 Ağustos 2014 Cuma

Biz aramızda yaşamanı isterdik !

Yaşasaydı 44 yaşında olacaktı bugün. 

Azraili beklemeden ölüme gidenlere hep gıpta etmişimdir. Bir yandan bir insanı ölüme iten sebepleri, bir yandan yaşadığı mutsuzlukları düşünüyorum..  

Bir adama yaşamak istemem artık aranızda dedirtecek bu iğrenç dünyadan göçüp gitmesi kendisi için iyi mi? kötü mü?  Saygı duyuyorum.. Kendi irademizle gelmediğimiz bu dünyadan kendi irademizle defolup gitme gücünü kendinde bulduğu için, hem de çok saygı duyuyorum!

Yine de müziğini daha çok dinlemek isterdim, o istemese de biz aramızda yaşamasını isterdik!


11 Ağustos 2014 Pazartesi

Avşa Adası'nın Gizli Koyları


Avşa Adasına gitmeyi siz de bizim gibi hep erteliyorsanız, sakın ertelemeyin ve hemen gidin. Tatil hakkımızı yakın yerlerden kullanalım diyenlerdenseniz, Avşa Adası sizin için iyi bir seçim olabilir. Yalnız şu gerçeği de unutmayın, bayram tatillerinde burası inanılmaz kalabalık oluyor. Şayet bu kalabalık bizi ilk başta korkutsa da, sonrasında yeni yerler keşfetmemizi sağladı. 




 Ada bitki örtüsü bakımından hiçbir zaman zengin olmamış, sadece şarapçılık yapan birkaç şirketin üzüm bağı ve kısmen zeytinlikler bulunuyor.  Avşa adasında yetişen ada karası üzümlerinden Fransa ve İtalya’ya ithal edilen kaliteli şaraplar yapılıyor. Bu şaraplar dünyaca üne kavuşmuş ve ödüllü şaraplar. 


Çınar Koyu
Bakir kumsalında yüzerken insan ister istemez ürperiyor. Deniz suyunun sıcaklığı o kadar dengeli ki, insanın saatlerce sudan çıkası gelmiyor.

Beyaz Saray Koyu
Günlüğü 15 TL ye kiraladığımız bisikletlerle, tarihi  Manastırdan kalan ayazma kalıntılarını ve Beyaz Saray Koyunu  ( Eski Çınar Mevkii olarak biliniyor) görmeye gittik. Uçsuz bucaksız bir deniz, tertemiz suyu ve  incecik kumuyla müthiş bir güzellik… 


Altınkum Şahin Tepesi
Altınkum’da tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz plaj ve yeme-içme hizmetleri sunulmakta, bu sebeple akşama kadar kalabilirsiniz. Adanın kuzeyinde çiftlik mevkiinde tepelerden kumsala kadar inen kiremit mezarları, denizin aşındırması sonucu ortaya çıkan ilginç tarihi kalıntılardan.

Angelo Şarap Evi 

Angelo Şarap Evinde akşamları Avşa şaraplarının tadına bakabilir ve akustik müzik dinleyebilirsiniz

1 haftalık tatilimiz sona erdiğinde, 1 haftamız daha olsun istedik  :) Kısaca Avşa’ya gitmeyi ertelemeyin.

yazı 11.08.2014 tarihinde Gezivia için yazılmıştır.

8 Ağustos 2014 Cuma

Burgazada Progresif Müzik Festivali




Burgazada Progresif Müzik Festivali 16-17 Ağustos’ta gerçekleşecek!
Fanzin, plak, kaset gibi materyallerin takasının gerçekleşeceği bir pazar da kurulacak olan etkinliğin afişi aşağıda, detaylı bilgiler ise burada.


7 Ağustos 2014 Perşembe

Gözlerine Bakmadan

Önce ellerini tutmuştum ben, evet evet normal şartlarda önce gözlerimizin buluşması beklenirken biz önce elele tutuşmuştuk.
Sarhoştum(k). 
Sürekli takıldığımız bardaydık. Yani ben sürekli aynı yere gittiğimizi seninle konuştuktan sonra öğrendim.  Daha önce seni fark etmemiştim.
Söylemiş miydim ben o gece sarhoştum.
İçimdeki boşluğu içkinin doldurabileceğine olan güvenim tamdı.
Ellerini tuttum, evet evet gözlerine bakmadan önce ellerini tuttum. Gözlere gerek var mıydı acaba, her neyse…
Ben önce ellerini tuttum senin, yumuşacıktı.  Ya da bana öyle gelmişti.
Ha unutmadan o gece epey sarhoştum ben.
Sonra elimden tuttun sen benim.
Bir eve götürdün sanırım kendi evindi. Usulca soydun beni, öptün, dokundun…
hala  gözlerine bakmadığımı hatırlıyorum. 
Sonra, seviştik seninle, ben sarhoştum.
Sabaha karşı uyandığımda, uyuyordun. Gözlerin kapalı.
Gözlerine bakamadan üzerimi giyinip kokusunu hiç tanımadığım bu evden ayrıldım.
Evlerin kokuları vardır hep, kendi evinin kokusuna benzemez hiçbir ev, anneanne evinin ayrı bir kokusu vardır.  Komşu evinin ayrı,  teyze evinin, amca evinin.  Benzer kokulu bir evde rahatlardın sanki, tanıdık bildik bir yer, huzur duygusu belki de.
Senin evinin kokusunu sevmemiştim.
Gözlerini de görmemiştim zaten.
Bu arada ben sarhoştum  o gece.
Daha önce hiç açmadığım kapıyı usulca kapatıp – tıkırt- uzaklaştım oradan.



8.4.2013

Hakan Bıçakcı - Doğa Tarihi

image



Hakan Bıçakcıyla uzun süredir tanışmak istiyordum, kısmet Doğa Tarihiyle oldu.
Plaza kadını üzerinden insanlık eleştirisi diye tabir ettiği son kitabı, çok geniş bir bakış açısıyla 21.yy kapitalizminin eleştirisi olarak okumak mümkün.
Doğa’nın, işteki rekabet ortamı, aşk hayatındaki tatminsizlik ve genel bir kimlik bunalımı sonucu  sıkıntıları artar. Kendini esir hissettiği hayatına daha fazla tahammül edemez ve delirmeye başlar. Kitap,  Doğa’nın yavaş yavaş delirme sürecini anlatmaktadır.
Bir kadın olarak , kadın dünyasının ayrıntıları gayet gözalıcıydı. Erkek gözüyle bir kadının detaylı hayatına geniş bir perspektifle bakabiliyor olmasına şaşırdım yazarın. Bunu göze alabilmesine daha doğrusu, potansiyel okur grubunu kızdırmayı göze alabiliyor olması cesaret ister J
Doğa berbat bir kadın! Kitabın her satırında Doğa’yı kollarından tutup sarsmak istedim. Ama Hakan Bıçakcı buna izin vermedi J
Doğa’nın görünmek kavramıyla kurduğu hastalıklı ilişkiyi , yine en görünür olduğumuz facebook  üzerinden eleştirmiş Hakan Bıçakcı. Aslında çağımızın hastalığı, nasıl olduğu değil nasıl göründüğü ilglendiriyor Doğa’yı.
Başlarda sadece dışarıdan izlediğim sonlara doğru anlamaya çalıştığım Doğa’ya fazlasıyla acıdım. Ve ne yazık ki etrafımdaki insanlarla başdağtırdım. Ne yazık ki …
Hakan Bıçakcı’nın diğer kitaplarını bilmiyorum ama Doğa Tarihini okuduğuma son derece memnunum.

gaye su akyol


adeta sanat musikisinden uzaya fırtatılmış bir muhtıra



Düzen


Küçükken, evde dört kişi yaşadığımız zamanlar da, ki bu aklımın erdiği senelerden itibaren saymaya başlarsak bir elin parmak senesini geçmez- mutluydum.
Fakirdik, her şey sayılıydı, bolluk yoktu ama mutluyduk.
Az olan şeylerin verdiği hazzı alıyorduk, çocuksu bir tebessümle ifade ederek.
Düzen vardı… belki sonrasında beni allak bullak eden o düzeni bir daha yakalayamayışımdı. 
Evdeki her şeyin kullandıktan sonra aynı yere kaldırılacak bir yeri, evin anne tarafından yapılan dizaynı ve eşyaların yerini benimseyişi.  O masa oradan başka yerde işlevselliğini yitirecekmiş hissine kapılmamıza sebep olan kanıksayışlarımız. Çorapların katlanış şekillerinden bile kime ait olduğunu anlayışımız. ..
Mutluyduk biz. Biz bir aileydik.
Sonra ne olduysa en büyük olan ilk ayrıldı evden. Uzun bir sessizlik oldu evde, karanlıklaştı ev.
Sonrasının bir önemi olmadı hiçbirimizin hayatında.  
Yıllar sonra kendi düzenimi kurmaya çalıştığımda hatırladım bunları… Sahi nasıl düzen kuruluyordu. Bir tırnak makasının yeri nasıl belirleniyordu ve herkes eliyle koymuş gibi bulabiliyordu.
Öğreniyordu insan… her şeyi… 
16.8.13

igdaş

Gök gürledi, akabinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Lodos vardı sabahtan beri zaten. Bekliyordum yağmuru. Ne güzel olur lodos havası. Yumuşacık. Rüzgar öyle tatlı eser ki üşümekle üşümemek arası, ürperirsin… Migrenim olmasa daha da severdim. Böyle havalar herkese kasvetli gelir, beni heyecanlandırıyor nedense. 
Kırmızı elbisesiyle geldi, bilir… severim kırmızıyı.  Bir kadına en çok yakışan renktir bence. Elbise incecik belini öyle kavramış ki kıskandım… Saçlarını açık bırakmış omuzlarına dökülmüş, ne kadar çok özlemişim görmeyince fark etmemişim. İlk kim konuşacak acaba ben mi?
Hoş geldin. Çok güzel görünüyorsun. Nasılsın?
Yok bu olmadı…
Hoş geldin nasılsın?
İyi olmaya çalışıyorum dedi, işlerimi yoluna koymaya çalışıyorum. Yeni bir ev tuttum. Birkaç eksiğim var onları toparlamaya çalışıyorum dedi.
Yardıma ihtiyacın olursa çekinme lütfen dedim ama olsa da aramayacağını biliyordum.
Teşekkür ederim dedi.
Sen nasılsın dedi, keyfin nasıl?
Ben iyiyim aynı iş okul, Sezar idare ediyoruz. Sezar kedim. Yumuk yumuk bişey isminin Sezar olmasının hiçbir özelliği yok, öyle geldi aklıma koydum . Sokakta bulmuştum zaten miniminnacıktı. Sapsarı birşey uzun suratlı, şimdi tosbaa gibi oldu namussuz.
Sezar nasıl dedi.
Seni özledi dedim. Bende özledim.
Girme bu konulara lütfen. Dedi. Haklıydı. Şuan hiç sırası değildi. Sahi ne için buluşmuştuk ki biz. Her şey bitmemiştiydi. Hayatlarımız ayrılmamıştıydı.
Etrafımızdaki masalardan ona bakanlar oluyordu, bu birlikteyken çok sık olurdu alışmıştım çok güzel ve ilgi çekiciydi dolayısıyla herkesin ilgisini çekiyordu.  Girdiği her ortamda kendini sevdirmeyi başarırdı, akıllıydı pratikti.
Ne düşünüyorsun daldın yine dedi.
Ha yok bişey düşünmüyordum dedim.
Gülümsemesi hiç değişmez mi bir insanın ilk tanıştığımızda ki gibi, 5 yıl önce eğitmen olduğum bir kursta tanışmıştık onunla, tabi ilk gördüğüm anda dikkatimi çekmişti ama yaklaşamamıştım bir türlü. Sonra araya arkadaş ortamı falan sokarak tanış olduk.  Kendinden emin ve netti hep. Hayır dedi bana. Araya herhangi bir belki bırakmadan. Ama yılmadım inatçıydım. Etkilemeyi başardım sonunda.  Başlarda o kadar mutluyduk ki, aradığımı buldum diyordum, oturup saatlerce konuşabiliyorduk, müzik dinleyebiliyorduk, film izleyebiliyorduk, arkadaş ortamımdan çok hoşlanmıştı, bizimlerde onu çok sevmişti. Herşey okadar iyiydi ki. Her şey sorunsuzsa yanlış giden bişeyler mi var acaba ? klasik murphy yasaları…
Bana taşındı evleri birleştirdik, eşyaları çiftleştirdik,özellikle  kitaplıkta ve dvd listemizde epey çiftleşme oldu. Meğer farklı zamanlarda ne çok aynı kitapları okumuşuz.  Aynı filmleri izlemişiz…
Üzerine ne çok konuştuk ben bunu şöyle yorumluyorum hayır ama şuna da farklı bir bakış açısıyla bakmakta fayda var… falan geyik muhabbetler hani saatlerce konuşursun entelektüelliğin tavan yapar ama ortaya bişey çıkmaz ya yada bir sonuca ulaşmaz ya konu, öyle konuşursun, bizde öyle saatlerce konuşurduk. …
İki kişilik yaşamaya başlayınca gardropu da büyütmemiz gerekti tabi, eşyalarını birlikte yerleştirmiştik, ne çok kırmızı kıyafeti vardı biliyordu çok yakıştığını… 
Hasan burada mısın? dedi, irkildim.
Yeni taşındığım evde doğalgazı üzerime almam gerekiyor o yüzden senin evdekini kapattırmam lazım bu yüzden çağırdım seni dedi.
Öyle  manevi bir yerdeydim ki birden afalladım.
Ne doğalgazı … ha tamam olur. Ne yapmamız lazım.
Çok özlemiştim gerçekten ama birlikte olursak ta eskisi gibi mutlu olamayacaktık.
İgdaşa gidip halledicem ben dedi. Sende gel kendi adına açıtırırsın.
Tamam dedim.
Şemsiyemi açtım,  altına girdi.
İgdaşa gittik.
22.1.14

...dan sonrası

Gözlerini engin deniz üstünden
Gün batısına doğru dönerek
Hemen her gün ve her türlü havada
Büyülenmişçesine orda dururdu.
Ne sağına ne soluna bakmadan
Hep batı ufkuna doğru dönerdi.
Sanki beklediği yelkenler, bir gün
O çizgide belirecekti mutlak,
Başka bir yerde değil…
Thomas Hardy

Bundan sonrası için bir şeyler söylemek ne kadar zor ötesini düşünemeyen ben için. Aslında insan her şeye hazırlamalı kendini bu denli üzülmemek için.
Öyle bir güven vardı ki içimde sana karşı öyle içten öyle sorgusuz sualsiz, başımdan acı dolu üzüntülü bir deneyim geçtikten sonra bile içimde çiçekler açarak koştum sana, gelmedim… koştum. Aceleyle, telaşla, düşünmeden, enini sonunu hesaplamadan. Bundan mıydı yanlışlarım şimdilerde bunu düşünüyorum hep…
……
Uzun süren ev hayatımdan sonra (28 gün) ilk defa ev telefonum çaldı. 3 ay önce başvurduğum bir iş için aradılar. Başvuru yaptığım bile tamamen aklımdan çıkmış. Ertesi güne rendevulaşıp telefonu kapattım. Evime yakın bir yerde ofis.
Aynanın karşısına geçip Saçlarımla ne kadar zamandır ilgilenmedime baktım, yüzüme baktım. Karanlıklar içinde yüzüm. Güzel olmadığımı düşündüm. Gerçekten de güzel değildim. 
- Salonumdaki siyah koltukta onun kokusunda boğulurken ve dalgın dalgın konuşurken ( Şuan ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum “ Güzellik görünen bir şey değildir “ demişti. Uzun uzun sohbetler ederdik konuşacak bu kadar çok şeyin olması beni şaşırtırdı, onunla sohbet etmek inanılmaz zevk verirdi. Hararetle konuşurduk ona anlatacak şeylerim, onun bana anlatacak şeyleri hiç bitmezdi. Dolu dolu kahkaha atardık.
Şuan banyomda karışmış saçlarıma yorgun cildime bakarken bunları kafamdan silip atmak istiyorum beynimi başka şeylere yönlendirmek istiyorum. Çalan telefon bana iyi gelmişti, bu iş olursa benim için değişik bir atmosfer olcaktı. Bu kasvetli halimden de daha çabuk kurtulmak için bir fırsattı belki de. Üzerimdekileri çıkarıp duşa girdim. Bedenime çarpıp aşağıya süzülen damlalar bana iyi geldi. Vücuduma nefes almaya kapatmıştım suyla tekrar açıldı. Nefes alan vücudum pempeleşti küçük bir bebek teni gibi yumuşacık oldum.
“ nekadar yumuşak bir tenin var hele duştan sonra kadife dibi oluyosun, heryerine dokunmak hissetmek tüm benliğimle seni içime çekmek istiyorum“
Yo hayır bunları aklıma getirerek nası acılarımdan arınacağım ki, geçmişle yaşayıp geçmişten kurtulan var mı ?
Üzerime siyah ev kıyafetlerimi giyip, salondaki siyah koltuğa oturdum. Bayağıdır siyah televizyonumu açmadığımı fark ettim, gerçi normalde de çok seyretmezdim, onunla bilgi yarışması seyretmeyi severdim. Yarış yapardık kazanana öpücük ödülü.. Hep o kazanırdı genel kültürüne çok güvenirdi ve ben hep ona ödül vermek zorundada kalırdım. Yumuşacık yanaklarına dudaklarımın dokunuşu onun ödülü mü benim ödülüm mü bir türlü karar veremezdim.
Yine aklımdasın… Bundan bir an evvel kurtulmalıyım.
Mutfağa gidip siyah fincanıma kahve koydum. Müzik çalara Nirvana nın Nevermind albümünü koydum.
Load up on guns and bring your friends
It’s fun to lose and to pretend
She’s over bored and self assured
….
Evin içinde mırıldanmaya başladım. Bu albümü onunla dinlediğimizde  *Nevermind’ın sonunda “Something In The Way” bittikten dakikalar sonra çok acayip bir parçanın başladığını fark etmiştik. Parçayı duyduğumuz anda Cobain’in hortladığını sanarak zıplamış, ödümüz kopmuştu. Şarkıyı sonuna kadar dinleyip “Endless Nameless” ile tanışmıştık. Ve albümün en iyi şarkısı olduğunu düşünmüştük. Bu olaydan sonra aldığımız tüm albümleri fazladan bir şarkı var mı diye kontrol eder ve bulduğumuz şarkının albümün en  iyi şarkısı olacağını düşünürdük…
And I forget just why I taste
Oh yeah, I guess it makes me smile
I found it hard
It was hard to find
….      
Artık bağırarak söylemeye başlamıştım.
Onuna ilgili hatırladığım her şey acıdan da beter bir şey hissetmeme sebep oluyodu ama 28 gündür yaptığım tek şey onu düşünmek onunla geçen zamanı hayal etmek kapı çalacak ve o gelecek hissiyle beklemek, beklemek, beklemek uzun süren yorucu bir bekleyiş.
            Ertesi gün diğer günlere nazaran daha dinç uyandım, görüşmeye gitcek olmamın verdiği heyecanla. Duşa girdim, düşlerimi fırçaladım, kokumu sürdüm, kıyafetlerimi giydim, kahvemi içtim ve gitmeye hazırdım artık. Çıktım evden uzun süren ev hayatından sonra rüzgar iyi geldi tenime. Gözlerim kapattım uzun süre rüzgarın yüzümde, dudaklarımda bıraktığı hazla daha emin yürüdüm cadde de.
            Uzun süredir görmediğim Muhsin amcayı görünce… Onun ahpabıydı.
Sahaf Muhsin.
Tozlu kitapların arasında kokularına boğulacak kadar, yaşanmışlıklarını hissedecek kadar ve saatlerini orda tüketecek kadar düşkündür kitaplara ve kitaplarına.yeni kitapların aksine eski kitaplarla daha ilgiliydi. Yaşanmışlıklarına olan meraktan, yolda yürürken ışık yanan evlerin içine  gözleri büyüyerek bakmasının sebebi de buydu yaşanmışlıklara olan merak… Diğer insanların yaşamına bir iki dakika ortak olmak ona keyif verirdi.
Yıllar önce kitap bakmak için girdiği sahafta saatler geçirince Muhsin amca sen bana benziyosun evlat diyerek yaklaşmış onun yanına konuşmuşlar konuşmuşlar Muhsin amca Mühendismiş, karısını kaybedince her şeyden kopmuş. Kitaplara olan düşkünlüğü onu hayata bağlamış ona tek keyif veren kendini iyi hissetmesini sağlayan şey kitapları olmuş. Bu sahafı açmış geçmiş başına okumuş, okumuş, okumuş… Ha bide içmiş, içmiş, içmiş…
Muhsin amcanın sahafına girdim, seni görmeyince sormadı halden anlardı. Yine şarap içiyodu köpek öldüren cinsinden ikram etti, görüşmeye gittiğimi söyleyip reddettim. Kitap kokuları burnumun direğini sızlattı o denli keskindi. Duvarlar eski tablolarla doluydu. Bu küçük dükkana koca bir sanat sığdırmıştı Muhsin amca. Heykeller, tablolar, fotoğraflar…
Hepsiyle anısı vardır, dokunsan konşacakmışcasına canlı her şey. O kadar gerçek.. Yaşanmış…
Ordan buradan biraz konuşup ayrıldım Muhsin amcanın yanından.
Yeni hayatı düşündüm, yeni yaşam onsuz yeniden her şeye sıfırdan başlamayı. Belki de başlamamalıydı her şey burada bitmeliydi biten gerçek bir ilişki gibi bitmeliydi hayatımda.
……
Bitmeliydi…
……
Acemi bir şöforun direksiyon hakimiyetini kaybetmesi sonucu kaldırımda yürüyen 29 yaşındaki genç bayan hayatını kaybetti.
                                                                                                         

*  Bant Mag alıntı



LGBTİ Onur Yürüyüşü

1969 yılında Stonewall Inn adlı barda baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinseller ayaklanmış, kendileri üzerinde baskı kuran polisi bara hapsetmiş ve 4 gün[ boyunca sokaklarda çatışılmış, eylemler yapılmıştır. LGBT mücadelenin dönüm noktalarından biri olan gün dünyanın her yerinde onur haftasıgey onurLGBT onur ve onur yürüyüşü gibi adlarla kutlanır. Burada kastedilen onur, kişinin kendi oluşunun onurudur, kendi varoluşundan utanmayışının yansımasıdır.
Türkiye’de LGBTİ Onur Yürüyüşü 2003’te 30 kişiyle başladı. 2010 yılında yürüyüşe katılanların sayısı yaklaşık 5000 kişiydi. Geçtiğimiz yıl Gezi Parkı protestolarının ardından düzenlenen yürüyüşte yaklaşık 50 bin kişi vardı.
Bu yıl 22. si düzenlenen LGBTI Onur Yürüyüşü yine çok renkliydi, yine harikaydı.. 
Onur Yürüyüşünden fotoğraflar ise Sevgili Muhsin Akgün’ün objektifinden.



yazının yazılma tarihi: 3.7.14

Selamlama!

Merhaba, 
Daha önce de başka bir blog sitesinde blog denemem oldu. Ama değişiklik ihtiyacı hisssettim, hem adresimden kurtulmak hem de bambaşka bir şekilde yeni bir hayata başlamak istedim…
Böyle oldu değil mi artık? 
Sanal ortamda yaşamaya başladık.Sıkılıyoruz sosyal medyaya atıyoruz kendimizi, kitap okumak istiyoruz açıyoruz pdfimizi, yeni yerler görmek istiyoruz hemen bir seyahat blogu takip ediyoruz. Acınası bir haldeyiz millet!
Biz insanlar, sıkışıp kaldık yaşam alanımızda. Gidemiyoruz çok istememize rağmen. Çünkü sorumluluklarımız var…vb. Sonra da özgürüz diyoruz. Yok öyle bir şey. Hiç birimiz özgür değiliz. Bir kaç seçenek arasından birini seçme irademize özgürlük diyoruz. Koca bir yalaan! Özgürlük konusuna girmeyeyim şimdi şu sıra “Rollo May’in özgürlük ve kader” kitabını okuyorum, çok şey yazabilirim çünkü… 
Her neyse, sıkıntılarımdan en fazla bu kadar uzaklaşabildim, yeni bir blog sitesi, yeni bir blog ismi… Ta taaa!
Yepyeni bir ben. 
Umarım seversiniz!